Başıboş saatlerin yaman dakikaları…

  -“Şekerim gelmiyor musun?” diyor uykum. Tam bu tecrit anlarımda anayoldan geçen bir kamyon, üstelik vites değiştirerek, bir mavzer kurşunu gibi işliyor kulağıma. Biraz bekliyorum yazarken duygular gibi dinmesini yol sesinin. Yalnızlık hakiki bir dost bana, hakiki bir dost. Bakıyorum geçmişe, yaş çeyrek asra iki kalmakta; saat, sıfır bire yirmi iki. Akrep, yelkovan, saniye, zaman, yalnızlık, sessizlik, kimsesizlik… Tüm bu kavram kargaşası da yetmezmiş gibi düşlerimde olmadık kahırlar çekmekteyim en uzak yaşamlardan: Birinde düşümün, küpelerine kadar kırmızı takmış bulgur satan bir kızım; öbüründe, gürgen fidanlarına kavak yaftaları yapıştıran yalancı bir bahçıvan. Hastalık ve ıstırabın yokluğuna inandığım günlerin gecelerinde görüyorum üstelik bu düşleri…

        Sulu kar yağıyor iki gündür. Dalga dalga alçalan nemli soğuk, Beydağı’nın uzun boylu kalın çizgilerine karı erken indirdi bu sene. Sabahları erken saatlerde izliyorum beyaz sessizliği. Geleceği beyaz görme temennisiyle bakıyorum hem uzaklara. Bir kediye elini hiç dokundurmadan, onu gözleriyle sevmek nasılsa, Beydağı’nı da bir pencerenin gerisinden sevmek öyle bir his, öyle bir haz bana. Güzelliklerin peşinden sonsuza kadar gitmek arzusu bu manzarada saklı olmalı, diye düşünürken arabaların su ve balçığa bulanarak dönen teker sesleri bozuyor koyu sessizliği.

        On üç yıl evvelini hatırlıyorum: O kül rengi akşamların acemi saatlerinde, bilhassa baraka yurtlarındayken, içe dönük korkunç bir suskunluk başlardı bende. Yurt anonslarının, insanı tepeden tırnağa öfkeye batıran, yüksek ve boğuk gürültüsü… Aylar yıllar geçtikçe tüm bu birbirine benzeyen yurt akşamları, yüzüme gözüme sinmeye başlamıştı. Geceleri, duruşmaya gelen hakimlerin elindeki kalın kitapları andıran defterimi alır, görev edasıyla tahta çerçeveli kirli camın önüne otururdum. Nasıl başlasam diye hiç düşünmezdim. Hislerimden herhangi birine dokunup kafamı kaldırmadan yazardım geç vakitlerde. Dışarıdaki sisli soğuk, kupadaki demli çayın buğusu… Bu gecede nasıl uyunur, bir de yağmur yağıyorsa…

       Ailemden ayrı kaldığım bu ilk yıllar, adını “kalabalıkta yalnızlık” koyduğum düzinelerce günü bu deftere yazmakla geçti. Sanki ben tercih yapıp gelmemiştim de bu şehre; o hıncahınç dolu mağazaları, durakları dolduran insanları, arabaları, köprüleri, ışıkları, ayaküstü kebapçıları, kocaman caddeleri genişleten atkestanesi ve çam ağaçlarıyla Gaziantep, beni bağrında istemeyip yabanlara atmıştı. Memleketim… Gecelerin sessizliği benimken, kulağımı yastığımın yumuşak karanlığına dayayıp rahatça uyuduğum tek yer. Ben tam dört yıl nasıl katlanırım sensizliğe… Daüssılanın tavan yaptığı o akşamlarda umutlarım birer birer tükenir; tüm hislerim gözyaşıma toplanır eteğime dökülürdü adeta…

        Yıllar sonra, bu serzeniş dolu cümleleri okurken gülümsemeye başladım. Umutlar,  eski “ben” i çok ilgilendiren umutlar… Onlara sesleniyorum bazen: “Git, sen de git; ne kaldı ki bende? Aklın başına gelir belki gittiğin yerde!” Aklını başına almasını da beklemiyorum umutların. Gecelerin uzun ve sıkıcı sessizliklerinde gezinip, acı ve çaresizlik içinde, yüreğime kendiliğinden gelişlerini seviyorum onların. Gelmeseler bile, onları aramak bulmak için duyguların sarp yollarına düşmek arzusu da güzel. Varsın gitsinler uzaklara, kim demiş arkalarından ağlarım diye…

        Havasız ve yamuk bir topu, yeniden eski haline getirmek için elinde evirip çeviren bir çocuk gibi oynuyorum hislerimle. Sonra onlara ihtiyaçları olan havayı veremeyeceğimi fark ediyorum. Gözlerim, sanki kimselerin görmeye gücünün yetmeyeceği bir dünyayı bir başına seyreder gibi donup kalıyor defterin başında. Radyoda çalan şarkı (lâl) limanlarda, ormanlarda, kırlarda sanki elimden tutmuş da gezdiriyor beni. Temizlenmiş gökyüzünden, bahara boyanmış ağaçlara bakıyorum şarkı sona ererken…

     Saat sabahın bir vakti. Gün ağarmadı henüz. Gecenin ne renk olduğunu bilmiyor, bilmek de istemiyorum. Normal gidişatım yetiyor zaten zifiri temayüllere… Yazış niyetimdeki samimiyet baremi nerelerde bilmiyorum; ancak içimdeki bütün varlık gecenin bu saatinde dirilip aklına geleni bir bir yazmakta. Tam bu sırada, kalemim defterin hep aynı noktasına gelince yamuk yazmaya başlıyor. Açıyorum kalın defteri. Bir iki yaprak katlanmış olmalı yahut araya bir not kâğıdı sıkışmış olmalı, diye düşünüyorum…

        Düzeltmeye çalıştığım katlanmış yaprak, lise ikinci sınıftayken, gelecekteki kendime yazdığım bir moral paragrafı. Paragrafı çember içine almış ve “sana güveniyorum” yazmışım başına. İçinde: “… Şu yıllarda bütün mevcudiyetiyle bir tek şey meşgul etmeli seni: ders çalışmak. Sonrasını çok düşünme sakın! Başarı ya kollarının arasında ya avuçlarının altında olacaktır. Müthiş bir irade ve kuvvet sarf ederek getirdiğin hayat çizgini, aynı titizlikle sürdürüp, layık olacağın mevkilere geleceğini tasavvur etmek benim için asla zor olmadı…” Henüz on altı, on yedi yaşımdayken yazmışım kendime bunları. Fazlaca hazzederek birkaç kez okudum. Bu tümceler değil miydi zaten beni yazmaya iten… İçimde bir “ben” vardı ve gelecekteki bana inanıyordu.

      Yaklaşık bin sayfalık bir defterin yüz sekseninci sayfasındaki bu paragrafın doruklara ulaştırdığı mağrur kalemim şunları karalamış o gün: “Gizemli hatıralar geleceğe hizmet için bu defterde saklı, hem öyle saklı ki, sokak ortasına dahi atsam benden başka kimsenin anlayamayacağı kadar…vahide uğur / ön sözden...

🇹🇷NEDEN 29 EKİM ?🇹🇷
Cumhuriyetin ilanından 2 yıl sonra,
Ekim 1925’te Fahrettin Altay Paşa Çankaya’da Atatürk’ün misafiridir.
Zihnini hep meşgul eden,
Cumhuriyetin niçin ve neden 29 Ekim’de ilan edildiğini öğrenmek ister.
Anlattıklarına kulak verelim:
Atatürk ; hep mazlum milletim derdi...
Cumhuriyetin ilanından epey bir süre geçmişti.
Ben de, hep neden 29 Ekim diye kendi kendime sormuşumdur.
Bir gün Çankaya’da, ‘‘Paşam benim dikkatimi çekmiştir. Hep düşündüm.
30 Ekim 1918 günü mütareke ilan edildi.
Adana’daki karargâhınızdan Başkent’e (İstanbul’a) verdiğiniz şifreyi hatırlıyorum.
Şimdi aradan zaman geçti, Cumhuriyet’imizin ilanının 29 Ekim gecesine gelmesi
acaba bir tesadüf müdür? Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi’ diye sordum.
 
Bunun üzerine Atatürk şunları söylüyor:
 
“Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın.
Osmanlıyı yok sayan ; Türk milletine asla var olma imkanı vermeyecek olan
25 maddelik “Mondros Ateşkesi” Osmanlı Bahriye Nazırı tarafından
Limni adasının Mondros Limanı'nda Agamemnon zırhlısında
****30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştı.****
Stratejik tüm noktaların işgali, ordunun terhisi,tersane,tünel,boğazlar,demiryolu,
limanlar,donanma ve cephanelerin teslimi gibi askeri tedbirleri ile
“30 Ekim 1918 Mondros”yok oluşumuzun resmîleştirilmesiydi.
Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti.
Hükümet sarayın, saray da İtilaf Devletleri’nin elinin altına girmişti.
Saray bu halinden memnundu.
Fakat, ben bunu kabul edemezdim.
Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek,
bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek,
ortadan kaldırmak isteyenlere karşı
harekete geçmeyi kendime görev addetmiştim.
 
Dünyada tek başımıza idik,dostumuz yok düşmanımız çoktu;
fakat yurdumda, benim inandığım ideale(düşünceye)
benimle beraber olanlar da bağlandılar ve bu onurlu netice hasıl oldu.
Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı.
Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki,
30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti?
*****Dört yıl. Biz,29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik.****
İşte beş yıla sığdırdığımız bu büyük inkılap...
bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş hangi milletin tarihinde vardır bu?
Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır,
çektiğimiz acıların, sıkıntıların en büyük mükafatı işte budur.
Bütün dünya bunu görmüştür. Daha da görecekleri vardır.
Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir...
 
****Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin Fahrettin Paşa.
Yanımdaydın. Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da bir milletin,
mazlum bir milletin âhıdır.****
Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.”dedi.
Atatürk sonra bir an durdu,
bana baktı ve sonra elini masanın üzerine vurarak:
*****“Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenen bir milletin öcüdür…”*****
 
Fahrettin Altay’ın “Ama bundan hiç bahsetmediniz” demesi üzerine,
Atatürk ****”Övünmek olur, övünmek benimle beraber bu mefkureye(ideale) inananların,
milletin ve ordunun da hakkıdır”****der.
Fahrettin Altay’ın Atatürk’ün bu olaya bakışıyla ilgili düşüncesi şudur: 
 
“Dâhi odur ki,
ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit
herkes onlara delilik der” diyen Atatürk,
****Cumhuriyetin tarihini seçerken bile,
dünyaya ve Türk ulusuna bir deha örneği daha göstermiş oluyordu.****
 
Her anlamı ile büyük Türk ulusunun öz ve aziz malı olan “Cumhuriyet”
kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek
ve sonsuza dek yaşayacaktır...Gazi Mustafa Kemal Atatürk 
 
 

*****

 

Bu Web sitesindeki tüm yazı,şiir,resim ve grafikler şahsıma aittir.

🇹🇷TC Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve Türk Ceza Kanunu🇹🇷Bu Web sitesinde bulunan hiçbir bilgi; önceden izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden, kod ve yazılım da dâhil olmak üzere, değiştirilemez, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, başka bir lisana çevrilemez, yeniden yayımlanamaz, başka bir bilgisayara yüklenemez, postalanamaz, iletilemez, sunulamaz ya da dağıtılamaz. Sitenin bütünü veya bir kısmı “kaynak gösterilmeden” başka bir web sitesinde izinsiz olarak kullanılamaz.12.12.2002 Vahide UĞUR

 
*******
Sokakta üstü başı kirlenene kadar oyun oynayan o çocuklar, içlerinde en temiz çocukluğu barındırmış meğer...Bir şey daha dikkatimi çelmiştir hep bu hayat resminde,neden çocukları mutlu eden davranışlar büyükleri hep somurtur ! Yoksa yaşanmamış bir çocukluğa atıfta mı bulunuyor bu yüzler bize ...
Bir yazım vardı sitemde
20 yıl evvel yazmışım günlüğüme :
 
aynı siyahlardan 
karamsarlık dokumazsa büyükler;
ayakların düşündüğü 
ellerin konuştuğu 
YALANSIZ bir muhabbet
sahnesidir SOKAKLAR...
O vakit gözleri 
yaşarsa bile,
taa gönülden 
GÖKKUŞAĞI çocuklar...
vahide uğur
 
******
Yıllar önce dizeleriyle başlayan hayranlığım kendisini okudukça , iç dünyasını keşfe çıktıkça katlanarak artmıştı...Kitapları yetmiyor, beğendiğim sözlerini dosyalarda topluyor, çıktısını alıyor ve yanımda(ezberimde) taşıyordum eskiden...Halen bilirim o güzel dizelerin büyük çoğunluğunu ezbere; derken tanımak kısmet oldu kendisini...Oyuncaklarla çocukların hayallerini yaşatmak isteyen kültür adamımız Sunay Akın yazarken de sahnede konuşurken de doğal yaşamındayken de tarihteki bir sürü hikayeyi çağrışım zinciriyle birleştirip konuyu güncel yaşama bağlayarak; yetişkinlerin de hayal ve bilgilerini çoğaltabilen bir edebiyat diline sahip farklı bir usta...Nitelikli araştırmaların ürünü olan ve tarihten seçtiği bilgileri,insan yaşamlarını, edebiyat sandığından çıkarıp şiir ve masalla harmanlayarak  bize sunan bir “yazar” ,bir “aydın”,bir “sanatçı”...Kendisini tanımak bana onur verdi...Teşekkürler Sunay Akın...
vahide uğur 
 
*****
Bela Bartok Kimdir ?
Bela Victor Janos Bartóc ( 1881 - 1945 )
Müzik otoriteleri onu müziğin 4. b’si (Bach,Beethoven,Brahms,Bartók)olarak kabul ederler.
Macar piyanist,besteci ve yaşamı boyunca 10 bine yakın halk ezgisini kayıt altına alan bir müzikolog.
1936’da Ankara Halkevi nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelip halk müziği derlemeleri konusunda konferanslar veren Bartoc’a Adana civarındaki Yörük Türklerin ninni ve türkülerini inceleyeceği gezide, ‘ilk devlet sanatçısı’ unvanını da taşıyan Türk etnomüzikolog Ahmet Adnan(Saygun)eşlik eder.
Adana, Osmaniye çevresinde 100’ün üzerinde türkü ve ninniyi mum rulolar üzerine kaydedip taş plağa geçirerek,onların günümüze kadar ulaşmasını sağlayan çalışmaları Macar Bilimler Akademisi’ne bağlı Bela Bartok Arşivi’nde bulunmaktadır.Osmaniye’de ise onun Türkiye’deki izlerini canlı tutan bir sergi vardır.
Çocuklar için hazırladığı ve onların dünyasına atfen Mikrokozmoz adını verdiği piyano metodu,bugün Türkiye’de hâlen en çok başvurulan kaynaktır.Tabi tüm bu çalışmalarda T.Tarih ve T.Dil Kurumları nı kurarak,halkın dilinde ve bilincinde ne varsa hepsini ciddiyetle inceletip kültürden sanata uzanan o kalın çizgiyi ilk gören lider M.Kemal’i ve  emeklerini de saygıyla hatırlamamız gerekir...
ARCHIVES 🇹🇷TÜRKİYE // vahide uğur
 
*****
VİRAL DÜŞLER
yarınsızlıktan önce 
viral düşler takılıyor peşime
uyku zamanı...
bir bakıyorum,
hiç kazak giymemiş 
bir Kamboçyalıyım 
bir tapınakta...
bir bakıyorum,
kara dudaklı bir istiridyede 
uzanmış tavuskuşu tonlarında
bir inciyim Tahiti’de bir kumsalda... 
vahide uğur / Bedia romanından
*****

30.ANKARA ULUSLARASI FİLM FESTİVALİ

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından desteklenen ve DKIAV’ın (Dünya Kitle İletişim Araştırma Vakfı)emek verdiği 30.Ankara Uluslararası Film Festivali İlk olarak 1988 yılında “Ankara Film Şenliği” adıyla M.Tali Öngören ve A.Nesin önderliğinde gerçekleştirilmiştir. 1991 - 2004 Körfez ve Irak Savaşı’nın yarattığı olumsuz etkilerinden ötürü sekteye uğrayan festival,başlangıçtan günümüze (öncelikli hedefi olan) Türk sinemasının gelecek kuşaklarını şekillendirme amacını daha da genişleterek çeyrek asrı aşkın bir saygınlıkla uluslararası alana yayılmıştır.
 
Başkentimizde uluslararası konukları,sinemaya emek vermiş deneyimli sanatçıları,bilge akademisyenleri,geleceğin yeteneklerini ve sinemaseverleri bir araya getirecek olan 30.Ankara Uluslararası Film Festivalinde oyuncu,yapımcı,yönetmen ve fotoğraf sanatçılarımıza şimdiden başarılar diliyorum...vahide uğur  / ARCHIVES 🇹🇷TÜRKİYE 

*****

GİTMEK İÇİN SEBEP YOKTU

insanı

döndürüp dolaştırıp 

kendine geri getiren

izafi bir yolculuktu yaşam ;

kapının koluna

uzanacak çağa 

geldiğimiz vakit başlayan...

          vahide uğur / Bedia romanından...

 

*****

seni görmediğim günden beri

yakamı bırakmadı yokluğun...

bense buna rağmen 

hayal kurmakta ustayım hâlâ 

ve umutlarımın en sevdiği gün : YARIN...

vahide uğur /  Bedia romanından 

((((her gün sabah oluyor diye 

bir RÜYA bitmez)))

 

*****

...

bir halk kütüphanesi 

tenhalığındayım yine...

gönül raflarımda 

gelecekten söz eden 

“geçmiştekiler”

suspus...

vahide uğur / Bedia romanından 

 

****

 

bak bir gün daha doğdu 

bir güneş daha battı Bedia ,

ve bir gün daha yaklaştı vuslat...

vahide uğur / Bedia romanından 

 

 

 

 ✍🏻

Takvimler için sıradan bir gündü.İşten eve dönüyordum.Çocukken kendimi huzursuz hissettiğim anlarda “tek çarem” dediğim gökyüzüne havayı koklaya koklaya bakardım.Yaya yalnız yürürken yine öyle yaptım.Sevdiklerimizin soluğuyla dolu bu hava bu gök bugün hissedilmek istiyordu besbelli.Ruh halime tanıdık kurşun renkli bulutlar,kapalı bir hava,kararsız yağmur...
Radyoyu açıp karşıma çıkan ilk şarkı eşliğinde bu yolun bu havanın görüntüsünü paylaşmak istedim.Telefonu koltuk başlığına sabitlerken bir yandan da bu havaya en çok Edith Piaf yahut Andrea Bocelli yakışır,diyordum. Olmadı,Astor Piazzola’nın o çok sevdiğim Oblivion (unutulmak) şarkısı...Hadi bakalım! diye açtım radyoyu.Tarafsız davranıp şansa bıraktığım radyoda, İbrahim Erkal “unutmayacağım”diyordu.Neyi,kimi,nasıl,niçin bilmiyorum ama “unutmayacağım”diyordu işte...Gerçi yıllar önce acı ve çaresizlik  ön planda diye ‘büyük’ konuşup ‘küçük’ gördüğüm arabeski, Müslüm Gürses’in yaşamına empati kurarak anlamaya ve beğenmeye başlamıştım ama bugün radyoda bana denk gelmesini de beklemiyordum doğrusu...Yıllar yılı köy yollarından gelip şehrin eteklerine üvey evlat gibi yapışan bir halkın hicretini,sefaletini,pişmanlığını,tutunamayışını ancak sabahçı kahveleri yahut konfeksiyon atölyelerinde duymaya alıştığımız bu müzik anlatabilir diye düşündük belki de..Neyse,herhalde herkesin yaşamında unutmadığı,unutamadığı bazı şeyler vardır tesellisi ve her müzik kendi içinde evrensel bir duygu tohumu barındır görüşüyle şarkıyı dinlemeye,hissetmeye başladım...
....
Ve sen gidiyorsun ben sana aşık
Geri dönmene vermeden ışık
Ben kendi kendimle aklım karışık
Her an sensizliğe ağlayacağım ( İ.Erkal )
....
Bu alaturka hüzün ortamında aslında her şeyi hoş görmeli insan,diye geçirdim içimden.Hiçbir müzik türü yoksulun sırtına giydirilen yamalı  (farklı kültürlerin yapış yapış ettiği) bir giysi gibi görülmemeliydi belki de diye düşünürken aklıma N.Kazancakis’in “El Greco’ya Mektuplar”kitabındaki bir dialog geldi.Kazancakis yolda bir papaza rastlar.Papaz, elindeki yeşil yaprağa bakıp bakıp ağlamaktadır. Kazancakis, neden ağladığını sorar papaza. Papaz, “Yaprağın üzerinde, çarmıha gerilen İsa’yı görüyorum” der. Sonra yaprağın diğer tarafını çeviren papaz birden gülmeye başlar. Kazancakis “Peki şimdi niçin gülüyorsun?” diye sorar. Papaz, “Şimdi de İsa’nın yeniden dirildiğini görüyorum” der.Belki de yapmamız gereken papazın elindeki yeşil yaprağı çevirip çevirip bakabilenlerden olmak,eşduyum (empati) yapmak ; yaşamı ve yaşananları anlamaya,okumaya en çok da kendimizi ve kalbimizi okumak...Kim bilir...
Önümdeki yüzlerce sayfadan oluşan günlüğe baktım baktım...Sonra dedim ki : Gizemli hatıralar geleceğe hizmet için bu defterde saklı, hem öyle saklı ki, sokak ortasına dahi atsam benden başka kimselerin anlayamayacağı kadar…vahide uğur / Güncemden Demler ( 27 Mart 2019 / Çarşamba )

 

 

****

  Başıboş saatlerin yaman dakikaları…

-“Şekerim gelmiyor musun?” diyor uykum. Tam bu tecrit anlarımda anayoldan geçen bir kamyon, üstelik vites değiştirerek, bir mavzer kurşunu gibi işliyor kulağıma. Biraz bekliyorum yazarken duygular gibi dinmesini yol sesinin. Yalnızlık hakiki bir dost bana, hakiki bir dost. Bakıyorum geçmişe, yaş çeyrek asra iki kalmakta; saat, sıfır bire yirmi iki. Akrep, yelkovan, saniye, zaman, yalnızlık, sessizlik, kimsesizlik… Tüm bu kavram kargaşası da yetmezmiş gibi düşlerimde olmadık kahırlar çekmekteyim en uzak yaşamlardan: Birinde düşümün, küpelerine kadar kırmızı takmış bulgur satan bir kızım; öbüründe, gürgen fidanlarına kavak yaftaları yapıştıran yalancı bir bahçıvan. Hastalık ve ıstırabın yokluğuna inandığım günlerin gecelerinde görüyorum üstelik bu düşleri…

        Sulu kar yağıyor iki gündür. Dalga dalga alçalan nemli soğuk, Beydağı’nın uzun boylu kalın çizgilerine karı erken indirdi bu sene. Sabahları erken saatlerde izliyorum beyaz sessizliği. Geleceği beyaz görme temennisiyle bakıyorum hem uzaklara. Bir kediye elini hiç dokundurmadan, onu gözleriyle sevmek nasılsa, Beydağı’nı da bir pencerenin gerisinden sevmek öyle bir his, öyle bir haz bana. Güzelliklerin peşinden sonsuza kadar gitmek arzusu bu manzarada saklı olmalı, diye düşünürken arabaların su ve balçığa bulanarak dönen teker sesleri bozuyor koyu sessizliği.

        On üç yıl evvelini hatırlıyorum: O kül rengi akşamların acemi saatlerinde, bilhassa baraka yurtlarındayken, içe dönük korkunç bir suskunluk başlardı bende. Yurt anonslarının, insanı tepeden tırnağa öfkeye batıran, yüksek ve boğuk gürültüsü… Aylar yıllar geçtikçe tüm bu birbirine benzeyen yurt akşamları, yüzüme gözüme sinmeye başlamıştı. Geceleri, duruşmaya gelen hakimlerin elindeki kalın kitapları andıran defterimi alır, görev edasıyla tahta çerçeveli kirli camın önüne otururdum. Nasıl başlasam diye hiç düşünmezdim. Hislerimden herhangi birine dokunup kafamı kaldırmadan yazardım geç vakitlerde. Dışarıdaki sisli soğuk, kupadaki demli çayın buğusu… Bu gecede nasıl uyunur, bir de yağmur yağıyorsa…

       Ailemden ayrı kaldığım bu ilk yıllar, adını “kalabalıkta yalnızlık” koyduğum düzinelerce günü bu deftere yazmakla geçti. Sanki ben tercih yapıp gelmemiştim de bu şehre; o hıncahınç dolu mağazaları, durakları dolduran insanları, arabaları, köprüleri, ışıkları, ayaküstü kebapçıları, kocaman caddeleri genişleten atkestanesi ve çam ağaçlarıyla Gaziantep, beni bağrında istemeyip yabanlara atmıştı. Memleketim… Gecelerin sessizliği benimken, kulağımı yastığımın yumuşak karanlığına dayayıp rahatça uyuduğum tek yer. Ben tam dört yıl nasıl katlanırım sensizliğe… Daüssılanın tavan yaptığı o akşamlarda umutlarım birer birer tükenir; tüm hislerim gözyaşıma toplanır eteğime dökülürdü adeta…

        Yıllar sonra, bu serzeniş dolu cümleleri okurken gülümsemeye başladım. Umutlar,  eski “ben” i çok ilgilendiren umutlar… Onlara sesleniyorum bazen: “Git, sen de git; ne kaldı ki bende? Aklın başına gelir belki gittiğin yerde!” Aklını başına almasını da beklemiyorum umutların. Gecelerin uzun ve sıkıcı sessizliklerinde gezinip, acı ve çaresizlik içinde, yüreğime kendiliğinden gelişlerini seviyorum onların. Gelmeseler bile, onları aramak bulmak için duyguların sarp yollarına düşmek arzusu da güzel. Varsın gitsinler uzaklara, kim demiş arkalarından ağlarım diye…

        Havasız ve yamuk bir topu, yeniden eski haline getirmek için elinde evirip çeviren bir çocuk gibi oynuyorum hislerimle. Sonra onlara ihtiyaçları olan havayı veremeyeceğimi fark ediyorum. Gözlerim, sanki kimselerin görmeye gücünün yetmeyeceği bir dünyayı bir başına seyreder gibi donup kalıyor defterin başında. Radyoda çalan şarkı (lâl) limanlarda, ormanlarda, kırlarda sanki elimden tutmuş da gezdiriyor beni. Temizlenmiş gökyüzünden, bahara boyanmış ağaçlara bakıyorum şarkı sona ererken…

     Saat sabahın bir vakti. Gün ağarmadı henüz. Gecenin ne renk olduğunu bilmiyor, bilmek de istemiyorum. Normal gidişatım yetiyor zaten zifiri temayüllere… Yazış niyetimdeki samimiyet baremi nerelerde bilmiyorum; ancak içimdeki bütün varlık gecenin bu saatinde dirilip aklına geleni bir bir yazmakta. Tam bu sırada, kalemim defterin hep aynı noktasına gelince yamuk yazmaya başlıyor. Açıyorum kalın defteri. Bir iki yaprak katlanmış olmalı yahut araya bir not kâğıdı sıkışmış olmalı, diye düşünüyorum…

        Düzeltmeye çalıştığım katlanmış yaprak, lise ikinci sınıftayken, gelecekteki kendime yazdığım bir moral paragrafı. Paragrafı çember içine almış ve “sana güveniyorum” yazmışım başına. İçinde: “… Şu yıllarda bütün mevcudiyetiyle bir tek şey meşgul etmeli seni: ders çalışmak. Sonrasını çok düşünme sakın! Başarı ya kollarının arasında ya avuçlarının altında olacaktır. Müthiş bir irade ve kuvvet sarf ederek getirdiğin hayat çizgini, aynı titizlikle sürdürüp, layık olacağın mevkilere geleceğini tasavvur etmek benim için asla zor olmadı…” Henüz on altı, on yedi yaşımdayken yazmışım kendime bunları. Fazlaca hazzederek birkaç kez okudum. Bu tümceler değil miydi zaten beni yazmaya iten… İçimde bir “ben” vardı ve gelecekteki bana inanıyordu.

        Yaklaşık bin sayfalık bir defterin yüz sekseninci sayfasındaki bu paragrafın doruklara ulaştırdığı mağrur kalemim şunları karalamış o gün: “Gizemli hatıralar geleceğe hizmet için bu defterde saklı, hem öyle saklı ki, sokak ortasına dahi atsam benden başka kimsenin anlayamayacağı kadar…

 

 
 
 
Mâlum, “Anneler Günü” yaklaşıyordu...
“Anne kalbi, her çocuğun
koşulsuz sevgi okuludur
ve o okulun en önemli dersleri,
çocuğun hayalleridir...”
diye başlayan bir yazı yazıyordum.
Çocukluğumda okuduğum Peter Pan
kitabının yazarı J.M.Barrie’nin
içimi burkan yaşamından 
bahsederek,
çocukluk hayallerinde
‘annenin’ önemine değinmek üzere
bilgisayar başına geçtim ve
Barrie’nin yaşamıyla ilgili ayrıntıları
bir kez daha hatırlamak istedim.
Öncesi ve sonrasıyla bu yazarın
çocukluğunun (belki de Peter Pan
karakterini yaratmasına sebep olacak)
davranış özelliklerini inceleyecektim...
Şu da varmış, bu da varmış...
diye gezinirken
başlık ve görsellerin kimilerinde;
çocukluk ve gençlik yıllarımın
şarkıcı,dansçı,yorumcu,oyuncu ismi
Michael Jackson’ın kendini Peter Pan ile
özdeşleştirdiği eski fotoğraf ve röportajlara
sıklıkla rastlamaya başladım...
Doğrusu, bu kadar dev bir müzik adamının
‘büyük bir şiddetle küçük kalmak
istemesi’ beni çok şaşırtmıştı...
Yardımları,destek konserleri,
başarıları,ödülleri,
şöhreti,iftiralardan
aklanmaları,estetik operasyonları vs.
kendisi hakkında milyarlarca
hayran kitlesi ne biliyorsa
ben de o kadarını  biliyordum...
J.M.Barrie’nin çocukluğuyla ilgili bilgi 
toplamaya çalışırken,kendimi bir anda
eneksiz seksek oynayan yalnız bir çocuk gibi
bambaşka bilgi karelerinin içinde bulmuştum...
Kimselerin çok bilmediği (belki M.Jackson’ın da
çok dillendirmediği) başka yönlerinin de olduğunu;
“Neverland” adını verdiği (içinde bir çocuğun
masalsı hayallerini doyasıya yaşayacağı
her şeyin olduğu)California’daki
binlerce dönümlük çiftlik evinin
göletini,botanik bahçesini,
hayvanat bahçesini,lunaparkını izlerken
anlamaya başlamıştım...
Meğer,sonralarımızı inşa eden öncelerimiz
varmış biz insanların, diye düşünüp;
daha kuytu bir şeylerin varlığını görmek üzere
seksek oyununu sürdürmek, bu insanın
başarı dolu yaşamının arkasında daha neler olduğunu
bilmek istemiştim belki de...
Ölümünün üzerinden geçen zamanın,
onunla ilgili yazılmış kitapları yahut 
yakınındaki kimselerin hatıra ve röportajlarını
arttırmış olabileceğini düşünerek
seksek karelerinde ilerlemeye devam ettim...
Yakın dostları ve estetik cerrahı
ile yemekli sohbetlerinde uzun uzun,
yaşayamadığı çocukluğundan bahsettiğini;
hatta estetik cerrahının,kozmetik ürünleri
ilk ne zaman kullanmaya başladığını sorması
üzerine ağlayarak,babasının vurduğu kemer izlerini
ve morlukları kapatmak için başladığını söylüyor
ve devam ediyordu: “... babam bana şiddet uygular,
hakaret eder ve lakaplar takardı en çok da 
burnumun büyüklüğüyle dalga geçerdi bu yüzden
estetik müdahalelerin en çoğunu
burnum üzerinde yaptınız doktor...”
Anne kalbinin,her çocuğa ‘sevgi okulu’
olduğunu ; çocukluğunu yaşamamış
yetişkinler için ertelenen duyguların telafîsinin
artık mümkün olmadığını J.M.Barrie’nin
buruk yaşamından örnekler vererek ne güzel
de anlatacaktım...
Ama ya eksik yaşanmış çocukluğumun
hüzünlü ve cılız sesinden
yahut anneliğimi tekrar gözden geçirme
isteğimden...Bunu artık yazamayacak
ve yaşayamayacaktım...
Kalbini,çocuğunun hayal ve duygularına
sevgi okulu yapabilmiş tüm annelerin
Anneler Günü kutlu olsun...
 
                      Vahide UĞUR
                  * Ve Vazgeçtiklerim *
            GÜNCEMDEN  DEMLER
                        05.05.2015
 
 
Bu Web sitesindeki tüm yazı,şiir,resim ve grafikler şahsıma aittir.
🇹🇷TC Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve Türk Ceza Kanunu🇹🇷Bu Web sitesinde bulunan hiçbir bilgi; önceden izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden, kod ve yazılım da dâhil olmak üzere, değiştirilemez, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, başka bir lisana çevrilemez, yeniden yayımlanamaz, başka bir bilgisayara yüklenemez, postalanamaz, iletilemez, sunulamaz ya da dağıtılamaz. Sitenin bütünü veya bir kısmı “kaynak gösterilmeden” başka bir web sitesinde izinsiz olarak kullanılamaz.12.12.2002 Vahide UĞUR
 
    Vahide UĞUR’un  M.Jackson hakkında YORUM yazısı :
Indiana-Chicago’da Afrika kökenli bir ailenin 7. çocuğu olarak
dünyaya gelen M.Jackson, sahneye 6 yaşında atıldı.
Tüm bireylerinin, müzik dünyasında şanslarını denediği ailesinden
(babası Joseph Jackson’un kurup yönettiği)
 kendisinin de içinde olduğu”Jackson 5”adlı bir müzik grubu çıktı.
Şöhret basamaklarını istikrarlı bir şekilde tırmanan Michael,
kardeşleri arasından sıyrılarak solo albümler yapmaya başladığında
dünyanın sayılı ünlülerden biri hatta en şöhretlisi olacaktı.
ABD’de,Sovyetler Birliği'ne karşı ideolojik saldırının
iyice şiddetlendiği bu yıllarda;Amerika,
her ırktan insanın yükselme şansı bulduğu bir ülke
olduğunu göstermek için sanat ve spor alanında
pek çok zenci vatandaşını öne çıkarmaya çalışıyordu.
Bu tür görüntüler, Amerika için siyasî anlamda son derece
önemli bir kazanımdı. 
İşte Michael Jackson, bu siyasî dönemin tanıdığı şansla;
müzik,sahne,beste,dans dehasını biçimlendiren
 Afro-Amerikan bir yıldız olmuştu...vahide uğur 
 
*********
 
 
HUZURLU TOPLUM YAŞAMINDA DİLİN ÖNEMİ

✍🏻Doğru iletişim nedir?Sorusuna şu aralar verilmesi gereken en güzel yanıt: “Adına ‘toplum’ denilen organizmanın kan dolaşımıdır.” cümlesi olmalı...Günlük yaşamın her safhasında söz konusu olan iletişim en etkili araç olan dilin doğru kullanımıyla mümkündür.Ancak söz konusu ‘dili’ doğru kullanan insan sayısının azlığı;dar kelime dağarcığıyla dinlediğini anlayamayan,duyduğunu yorumlayamayan insan sayısının çokluğu, son zamanlarda toplumumuzda sözlü ve fiili şiddetin artmasına sebep olmaktadır.

Baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojide, iletişimin daha iyi yerlere taşınmasını bekleyen insanlık, “bürokrasideki dilin” şiddeti, oradan oraya zıplatan bir raket gibi kullanılışını şaşkınlık içerisinde izlemekte ve bunu ilişkilerine de yansıtmaktadır...

Evet, “Biz Kabil’den gelme ‘kabileyiz’ ve Kabil bizim şiddeti uygulayan ilk atamızdır...!”cümlesi; vicdanımızın sesini bastırma konusunda bize yardımcı olacakmış gibi görünse de iletişimde ‘şiddetin tarihinin’ bu kadar eskiye dayanıyor olması esasen tüm insanlık adına ciddi bir utanç kaynağıdır...Bilinmelidir ki yanlış iletişim şiddete , şiddet ise suça götüren bir yoldur. Bu yolda yani ‘suçla mücadele’ konusunda yaptığımız hatalar da ayrı,apayrı bir sorun ve inceleme konusudur.Söz gelimi; adalet sisteminin yavaş işlemesi,sıklıkla çıkarılan aflar,tutuklanmadan serbest bırakılan suçlular insanlığın yaşam kalitesini aşağıya çekmekte ‘adalet’ kavramına olan güveni sarsmaktadır...İnsanlığın en büyük buluşu olan dil , düşünce ve duygularımızın evidir ve doğru kullanıldığında en önemli iletkendir.Üstelik teknolojik birikimle yarattığımız bilgisayarlara yüklenmiş dilin gücü, insanların konuşarak kullandığı dilin gücünden daha güçlü de değildir...Huzurlu bir toplum olmak ve düşüncelerimizi doğru aktarmak istiyorsak,bunun en kestirme yolu dile hakim olmaktır.Diline hakim olan toplumlar er ya da geç doğru iletişime ve adalete sahip olacaktır...vahide uğur / 23 Nisan 2019

 
 
 
 
                                                                   

 

0 Yorum


Yorum Bırak

Eposta adresiniz yayınlanmayacaktır. Lütfen zorunlu alanları doldurunuz. *

*