Şiirlerim
Neden 29 EKİM // Atatürk ve Tüm Şehitlerimizin Aziz Hatırasına Saygıyla ~ vahide uğur
*****
Bu Web sitesindeki tüm yazı,şiir,resim ve grafikler şahsıma aittir.
🇹🇷TC Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve Türk Ceza Kanunu🇹🇷Bu Web sitesinde bulunan hiçbir bilgi; önceden izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden, kod ve yazılım da dâhil olmak üzere, değiştirilemez, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, başka bir lisana çevrilemez, yeniden yayımlanamaz, başka bir bilgisayara yüklenemez, postalanamaz, iletilemez, sunulamaz ya da dağıtılamaz. Sitenin bütünü veya bir kısmı “kaynak gösterilmeden” başka bir web sitesinde izinsiz olarak kullanılamaz.12.12.2002 Vahide UĞUR
30.ANKARA ULUSLARASI FİLM FESTİVALİ
*****
GİTMEK İÇİN SEBEP YOKTU
insanı
döndürüp dolaştırıp
kendine geri getiren
izafi bir yolculuktu yaşam ;
kapının koluna
uzanacak çağa
geldiğimiz vakit başlayan...
vahide uğur / Bedia romanından...
*****
seni görmediğim günden beri
yakamı bırakmadı yokluğun...
bense buna rağmen
hayal kurmakta ustayım hâlâ
ve umutlarımın en sevdiği gün : YARIN...
vahide uğur / Bedia romanından
((((her gün sabah oluyor diye
bir RÜYA bitmez)))
*****
...
bir halk kütüphanesi
tenhalığındayım yine...
gönül raflarımda
gelecekten söz eden
“geçmiştekiler”
suspus...
vahide uğur / Bedia romanından
#Kütüphane Haftası kutlu olsun
****
bak bir gün daha doğdu
bir güneş daha battı Bedia ,
ve bir gün daha yaklaştı vuslat...
vahide uğur / Bedia romanından
****
*****
Başıboş saatlerin yaman dakikaları…
-“Şekerim gelmiyor musun?” diyor uykum. Tam bu tecrit anlarımda anayoldan geçen bir kamyon, üstelik vites değiştirerek, bir mavzer kurşunu gibi işliyor kulağıma. Biraz bekliyorum yazarken duygular gibi dinmesini yol sesinin. Yalnızlık hakiki bir dost bana, hakiki bir dost. Bakıyorum geçmişe, yaş çeyrek asra iki kalmakta; saat, sıfır bire yirmi iki. Akrep, yelkovan, saniye, zaman, yalnızlık, sessizlik, kimsesizlik… Tüm bu kavram kargaşası da yetmezmiş gibi düşlerimde olmadık kahırlar çekmekteyim en uzak yaşamlardan: Birinde düşümün, küpelerine kadar kırmızı takmış bulgur satan bir kızım; öbüründe, gürgen fidanlarına kavak yaftaları yapıştıran yalancı bir bahçıvan. Hastalık ve ıstırabın yokluğuna inandığım günlerin gecelerinde görüyorum üstelik bu düşleri…
Sulu kar yağıyor iki gündür. Dalga dalga alçalan nemli soğuk, Beydağı’nın uzun boylu kalın çizgilerine karı erken indirdi bu sene. Sabahları erken saatlerde izliyorum beyaz sessizliği. Geleceği beyaz görme temennisiyle bakıyorum hem uzaklara. Bir kediye elini hiç dokundurmadan, onu gözleriyle sevmek nasılsa, Beydağı’nı da bir pencerenin gerisinden sevmek öyle bir his, öyle bir haz bana. Güzelliklerin peşinden sonsuza kadar gitmek arzusu bu manzarada saklı olmalı, diye düşünürken arabaların su ve balçığa bulanarak dönen teker sesleri bozuyor koyu sessizliği.
On üç yıl evvelini hatırlıyorum: O kül rengi akşamların acemi saatlerinde, bilhassa baraka yurtlarındayken, içe dönük korkunç bir suskunluk başlardı bende. Yurt anonslarının, insanı tepeden tırnağa öfkeye batıran, yüksek ve boğuk gürültüsü… Aylar yıllar geçtikçe tüm bu birbirine benzeyen yurt akşamları, yüzüme gözüme sinmeye başlamıştı. Geceleri, duruşmaya gelen hakimlerin elindeki kalın kitapları andıran defterimi alır, görev edasıyla tahta çerçeveli kirli camın önüne otururdum. Nasıl başlasam diye hiç düşünmezdim. Hislerimden herhangi birine dokunup kafamı kaldırmadan yazardım geç vakitlerde. Dışarıdaki sisli soğuk, kupadaki demli çayın buğusu… Bu gecede nasıl uyunur, bir de yağmur yağıyorsa…
Ailemden ayrı kaldığım bu ilk yıllar, adını “kalabalıkta yalnızlık” koyduğum düzinelerce günü bu deftere yazmakla geçti. Sanki ben tercih yapıp gelmemiştim de bu şehre; o hıncahınç dolu mağazaları, durakları dolduran insanları, arabaları, köprüleri, ışıkları, ayaküstü kebapçıları, kocaman caddeleri genişleten atkestanesi ve çam ağaçlarıyla Gaziantep, beni bağrında istemeyip yabanlara atmıştı. Memleketim… Gecelerin sessizliği benimken, kulağımı yastığımın yumuşak karanlığına dayayıp rahatça uyuduğum tek yer. Ben tam dört yıl nasıl katlanırım sensizliğe… Daüssılanın tavan yaptığı o akşamlarda umutlarım birer birer tükenir; tüm hislerim gözyaşıma toplanır eteğime dökülürdü adeta…
Yıllar sonra, bu serzeniş dolu cümleleri okurken gülümsemeye başladım. Umutlar, eski “ben” i çok ilgilendiren umutlar… Onlara sesleniyorum bazen: “Git, sen de git; ne kaldı ki bende? Aklın başına gelir belki gittiğin yerde!” Aklını başına almasını da beklemiyorum umutların. Gecelerin uzun ve sıkıcı sessizliklerinde gezinip, acı ve çaresizlik içinde, yüreğime kendiliğinden gelişlerini seviyorum onların. Gelmeseler bile, onları aramak bulmak için duyguların sarp yollarına düşmek arzusu da güzel. Varsın gitsinler uzaklara, kim demiş arkalarından ağlarım diye…
Havasız ve yamuk bir topu, yeniden eski haline getirmek için elinde evirip çeviren bir çocuk gibi oynuyorum hislerimle. Sonra onlara ihtiyaçları olan havayı veremeyeceğimi fark ediyorum. Gözlerim, sanki kimselerin görmeye gücünün yetmeyeceği bir dünyayı bir başına seyreder gibi donup kalıyor defterin başında. Radyoda çalan şarkı (lâl) limanlarda, ormanlarda, kırlarda sanki elimden tutmuş da gezdiriyor beni. Temizlenmiş gökyüzünden, bahara boyanmış ağaçlara bakıyorum şarkı sona ererken…
Saat sabahın bir vakti. Gün ağarmadı henüz. Gecenin ne renk olduğunu bilmiyor, bilmek de istemiyorum. Normal gidişatım yetiyor zaten zifiri temayüllere… Yazış niyetimdeki samimiyet baremi nerelerde bilmiyorum; ancak içimdeki bütün varlık gecenin bu saatinde dirilip aklına geleni bir bir yazmakta. Tam bu sırada, kalemim defterin hep aynı noktasına gelince yamuk yazmaya başlıyor. Açıyorum kalın defteri. Bir iki yaprak katlanmış olmalı yahut araya bir not kâğıdı sıkışmış olmalı, diye düşünüyorum…
Düzeltmeye çalıştığım katlanmış yaprak, lise ikinci sınıftayken, gelecekteki kendime yazdığım bir moral paragrafı. Paragrafı çember içine almış ve “sana güveniyorum” yazmışım başına. İçinde: “… Şu yıllarda bütün mevcudiyetiyle bir tek şey meşgul etmeli seni: ders çalışmak. Sonrasını çok düşünme sakın! Başarı ya kollarının arasında ya avuçlarının altında olacaktır. Müthiş bir irade ve kuvvet sarf ederek getirdiğin hayat çizgini, aynı titizlikle sürdürüp, layık olacağın mevkilere geleceğini tasavvur etmek benim için asla zor olmadı…” Henüz on altı, on yedi yaşımdayken yazmışım kendime bunları. Fazlaca hazzederek birkaç kez okudum. Bu tümceler değil miydi zaten beni yazmaya iten… İçimde bir “ben” vardı ve gelecekteki bana inanıyordu.
Yaklaşık bin sayfalık bir defterin yüz sekseninci sayfasındaki bu paragrafın doruklara ulaştırdığı mağrur kalemim şunları karalamış o gün: “Gizemli hatıralar geleceğe hizmet için bu defterde saklı, hem öyle saklı ki, sokak ortasına dahi atsam benden başka kimsenin anlayamayacağı kadar…”
Vahide UĞUR
(Pastel Yıllar, 1994)
Mâlum, “Anneler Günü” yaklaşıyordu...
“Anne kalbi, her çocuğun
koşulsuz sevgi okuludur
ve o okulun en önemli dersleri,
çocuğun hayalleridir...”
diye başlayan bir yazı yazıyordum.
Çocukluğumda okuduğum Peter Pan
kitabının yazarı J.M.Barrie’nin
içimi burkan yaşamından
bahsederek,
çocukluk hayallerinde
‘annenin’ önemine değinmek üzere
bilgisayar başına geçtim ve
Barrie’nin yaşamıyla ilgili ayrıntıları
bir kez daha hatırlamak istedim.
Öncesi ve sonrasıyla bu yazarın
çocukluğunun (belki de Peter Pan
karakterini yaratmasına sebep olacak)
davranış özelliklerini inceleyecektim...
Şu da varmış, bu da varmış...
diye gezinirken
başlık ve görsellerin kimilerinde;
çocukluk ve gençlik yıllarımın
şarkıcı,dansçı,yorumcu,oyuncu ismi
Michael Jackson’ın kendini Peter Pan ile
özdeşleştirdiği eski fotoğraf ve röportajlara
sıklıkla rastlamaya başladım...
Doğrusu, bu kadar dev bir müzik adamının
‘büyük bir şiddetle küçük kalmak
istemesi’ beni çok şaşırtmıştı...
Yardımları,destek konserleri,
başarıları,ödülleri,
şöhreti,iftiralardan
aklanmaları,estetik operasyonları vs.
kendisi hakkında milyarlarca
hayran kitlesi ne biliyorsa
ben de o kadarını biliyordum...
J.M.Barrie’nin çocukluğuyla ilgili bilgi
toplamaya çalışırken,kendimi bir anda
eneksiz seksek oynayan yalnız bir çocuk gibi
bambaşka bilgi karelerinin içinde bulmuştum...
Kimselerin çok bilmediği (belki M.Jackson’ın da
çok dillendirmediği) başka yönlerinin de olduğunu;
“Neverland” adını verdiği (içinde bir çocuğun
masalsı hayallerini doyasıya yaşayacağı
her şeyin olduğu)California’daki
binlerce dönümlük çiftlik evinin
göletini,botanik bahçesini,
hayvanat bahçesini,lunaparkını izlerken
anlamaya başlamıştım...
Meğer,sonralarımızı inşa eden öncelerimiz
varmış biz insanların, diye düşünüp;
daha kuytu bir şeylerin varlığını görmek üzere
seksek oyununu sürdürmek, bu insanın
başarı dolu yaşamının arkasında daha neler olduğunu
bilmek istemiştim belki de...
Ölümünün üzerinden geçen zamanın,
onunla ilgili yazılmış kitapları yahut
yakınındaki kimselerin hatıra ve röportajlarını
arttırmış olabileceğini düşünerek
seksek karelerinde ilerlemeye devam ettim...
Yakın dostları ve estetik cerrahı
ile yemekli sohbetlerinde uzun uzun,
yaşayamadığı çocukluğundan bahsettiğini;
hatta estetik cerrahının,kozmetik ürünleri
ilk ne zaman kullanmaya başladığını sorması
üzerine ağlayarak,babasının vurduğu kemer izlerini
ve morlukları kapatmak için başladığını söylüyor
ve devam ediyordu: “... babam bana şiddet uygular,
hakaret eder ve lakaplar takardı en çok da
burnumun büyüklüğüyle dalga geçerdi bu yüzden
estetik müdahalelerin en çoğunu
burnum üzerinde yaptınız doktor...”
Anne kalbinin,her çocuğa ‘sevgi okulu’
olduğunu ; çocukluğunu yaşamamış
yetişkinler için ertelenen duyguların telafîsinin
artık mümkün olmadığını J.M.Barrie’nin
buruk yaşamından örnekler vererek ne güzel
de anlatacaktım...
Ama ya eksik yaşanmış çocukluğumun
hüzünlü ve cılız sesinden
yahut anneliğimi tekrar gözden geçirme
isteğimden...Bunu artık yazamayacak
ve yaşayamayacaktım...
Kalbini,çocuğunun hayal ve duygularına
sevgi okulu yapabilmiş tüm annelerin
Anneler Günü kutlu olsun...
Vahide UĞUR
* Ve Vazgeçtiklerim *
GÜNCEMDEN DEMLER
05.05.2015
Bu Web sitesindeki tüm yazı,şiir,resim ve grafikler şahsıma aittir.
🇹🇷TC Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve Türk Ceza Kanunu🇹🇷Bu Web sitesinde bulunan hiçbir bilgi; önceden izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden, kod ve yazılım da dâhil olmak üzere, değiştirilemez, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, başka bir lisana çevrilemez, yeniden yayımlanamaz, başka bir bilgisayara yüklenemez, postalanamaz, iletilemez, sunulamaz ya da dağıtılamaz. Sitenin bütünü veya bir kısmı “kaynak gösterilmeden” başka bir web sitesinde izinsiz olarak kullanılamaz.12.12.2002 Vahide UĞUR
Vahide UĞUR’un M.Jackson hakkında YORUM yazısı :
Indiana-Chicago’da Afrika kökenli bir ailenin 7. çocuğu olarak
dünyaya gelen M.Jackson, sahneye 6 yaşında atıldı.
Tüm bireylerinin, müzik dünyasında şanslarını denediği ailesinden
(babası Joseph Jackson’un kurup yönettiği)
kendisinin de içinde olduğu”Jackson 5”adlı bir müzik grubu çıktı.
Şöhret basamaklarını istikrarlı bir şekilde tırmanan Michael,
kardeşleri arasından sıyrılarak solo albümler yapmaya başladığında
dünyanın sayılı ünlülerden biri hatta en şöhretlisi olacaktı.
ABD’de,Sovyetler Birliği'ne karşı ideolojik saldırının
iyice şiddetlendiği bu yıllarda;Amerika,
her ırktan insanın yükselme şansı bulduğu bir ülke
olduğunu göstermek için sanat ve spor alanında
pek çok zenci vatandaşını öne çıkarmaya çalışıyordu.
Bu tür görüntüler, Amerika için siyasî anlamda son derece
önemli bir kazanımdı.
İşte Michael Jackson, bu siyasî dönemin tanıdığı şansla;
müzik,sahne,beste,dans dehasını biçimlendiren
Afro-Amerikan bir yıldız olmuştu...vahide uğur
*********
HUZURLU TOPLUM YAŞAMINDA DİLİN ÖNEMİ
Doğru iletişim nedir?Sorusuna şu aralar verilmesi gereken en güzel yanıt: “Adına ‘toplum’ denilen organizmanın kan dolaşımıdır.” cümlesi olmalı...Günlük yaşamın her safhasında söz konusu olan iletişim en etkili araç olan dilin doğru kullanımıyla mümkündür.Ancak söz konusu ‘dili’ doğru kullanan insan sayısının azlığı;dar kelime dağarcığıyla dinlediğini anlayamayan,duyduğunu yorumlayamayan insan sayısının çokluğu, son zamanlarda toplumumuzda sözlü ve fiili şiddetin artmasına sebep olmaktadır.
Baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojide, iletişimin daha iyi yerlere taşınmasını bekleyen insanlık, “bürokrasideki dilin” şiddeti, oradan oraya zıplatan bir raket gibi kullanılışını şaşkınlık içerisinde izlemekte ve bunu ilişkilerine de yansıtmaktadır...
Evet, “Biz Kabil’den gelme ‘kabileyiz’ ve Kabil bizim şiddeti uygulayan ilk atamızdır...!”cümlesi; vicdanımızın sesini bastırma konusunda bize yardımcı olacakmış gibi görünse de iletişimde ‘şiddetin tarihinin’ bu kadar eskiye dayanıyor olması esasen tüm insanlık adına ciddi bir utanç kaynağıdır...Bilinmelidir ki yanlış iletişim şiddete , şiddet ise suça götüren bir yoldur. Bu yolda yani ‘suçla mücadele’ konusunda yaptığımız hatalar da ayrı,apayrı bir sorun ve inceleme konusudur.Söz gelimi; adalet sisteminin yavaş işlemesi,sıklıkla çıkarılan aflar,tutuklanmadan serbest bırakılan suçlular insanlığın yaşam kalitesini aşağıya çekmekte ‘adalet’ kavramına olan güveni sarsmaktadır...İnsanlığın en büyük buluşu olan dil , düşünce ve duygularımızın evidir ve doğru kullanıldığında en önemli iletkendir.Üstelik teknolojik birikimle yarattığımız bilgisayarlara yüklenmiş dilin gücü, insanların konuşarak kullandığı dilin gücünden daha güçlü de değildir...Huzurlu bir toplum olmak ve düşüncelerimizi doğru aktarmak istiyorsak,bunun en kestirme yolu dile hakim olmaktır.Diline hakim olan toplumlar er ya da geç doğru iletişime ve adalete sahip olacaktır...vahide uğur / 23 NİSAN 2019
*****
BABALAR GÜNÜ VE ÖNCESİ
SOMA SORMA / 13 MAYIS 2014 vahide uğur
Manisa ilimizin Soma ilçesinde yaşanan facianın arama,bekleme,defin gibi acılı süreçlerinin henüz kırkı çıkmamışken,Babalar Günü gelip çatmıştı.Nisan 2012’de kaybettiğim canım babamın,bizi süresiz hasrete düşüren acısı da eskimemişken,ülkemde yaşanan bu faciada ‘ölen babaların’çocuklarına olan hislerinin(kendilerinden son bir mektup yazmaları istense)ne olabileceğini düşünmeye başlamıştım... [Ölen madenci bir baba;Babalar Günü’nde bir mektup yollasaydı,ne yazardı mektubuna diye düşünmüştüm en çok...Haziran 2014]✍🏻Sevgili Yavrularım,Önceki yıl çalışırken geçirdiğim Babalar Günü,eve geldiğim vakit siz uyurken öpmüştüm isli dudaklarımla yüzlerinizi.Bu yıl turba olmuş bedenimle,kaderimi de yazan killi grafitlerle yazıyorum size mektubumu.Baretimdeki ışık sınırsız aydınlatmışken odanızı,size karanlık derinlerden aydınlık yarınlar getirdim ilk defa...Babalar Günü'ydü uyuyordunuz.Yine öptüm yanaklarınızdan.Ağladım,ağladım duymadınız sesimi...Aydınlığı 'yangın' olur kömürlerin.Ve sever sessizliği elem...Sustum ben de...Size söyleyecek müjdeli sözlerim de vardı oysa:...Siyahtan başka her rengin olduğu bir gökkuşağının altından geçip geldim buraya...Yaşamdan daha vefalıymış ölüm,bildiğiniz gibi değil...Omuzlarıma ağır gelen yaşamı indirdim yere.Kabuslardan sonra görülen rüya gibi kuşandım ölümü...Yaşam,benim en derin karanlığımdı esas...”Ölüm” yaşama ve yeryüzüne daha da yakınlaştırdı bedenimi...Üzülmeyiniz n'olur.Yaşamım ödeyememişti ya ekmek,kalem,süt borcumu.Ölümüm sildi bir kalemde çoğunu...Hem 'yaşam' tek çektirmişti bana çilemi;”ölüm” paylaştırdı insanlara derdimi...Ölümüm”milat''sayılsaydı şâyet bundan etkilenir miydi bilmem kömür ocaklarım...Yaşarken ölüyormuşum meğer;ölürken yaşattım sizi çocuklarım...Bilsem eğer bilsem,her gün böyle ölürdüm yaşatmak için sizi...Çünkü siz uyurken,ilk kez gülümser gördüm yüzlerinizi...Elveda yavrularım...Elveda isli başımı koyduğum yastığım...Elveda kuru soğanları sepet sepet dizdiğim son düşüm...Elveda gül dilli kızım,mert oğlum,anaç karım,çilekeş anam,kara ellerimle bölüştüğüm ekmeğim,bol şekerli Türk çayım elveda!Elveda size;kadınım,kızım,oğlum,dertli odam.Hep,gün ışığı tonlarında ışık veren pencerem...
Elveda...Haziran / 2014 vahide uğur
*****
0 Yorum