Şiirlerim
Zeugma’nın Gölgesinde Ölçüler ve Öyküler-6 / vahide uğur
PAZARTESİ YAZILARI
6-KİBELE'YE FİBULA
Bedia?.. Neden en çok çalışırken değil de halay çekerken benzer karıncaya insan?..
Müzik ve halay kültürünün Anadolu’ya ilk nereden gelmiş olabileceğini,kazı ekibindeki esin perisi dostlarımla sohbet konusu ettiğimizden beri deşip durmaktaydım.Altı da üstü kadar zengin olan Anadolu’dan, kazılar sırasında çıkarılan tablet ve vazo fotoğraflarını gördükten sonra içim rahatlamıştı.Çok geçmeden, kendimi halay figürlerini konu alan yazıları okurken buldum.Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi başta olmak üzere, diğer pek çok üniversitenin Güzel Sanatlar ve Arkeoloji Bölümü inceleme yazılarını ve seminer metinlerini gözden geçirdiğimde; Anadolu uygarlık zincirinde dans ve müziğin en ayrıntılı biçimde Hitit Çağı’nda görselleştiğini ayrımsadım.
Genellikle Tanrıların eğlendirilmesi amacıyla yapılan Hitit kült törenlerinin her aşamasında,mutlaka müzik ve dansa rastlamış; en çok da Hüseyindede vazosunun üstünde,çalgılar eşliğinde dans eden o kadının ellerinde, zil niyetine midye kabukları tuttuğunu görünce büyülenmiştim.Solo ve koro dans figürlerinin yanındaki sazı fark ettiğimdeyse, bu muhteşem coğrafyada yaşayan Anadolu insanının kendine özgü kültür kodlarını, savaşlarla dolu yaşam telaşına rağmen korumuş olmasından çok derin etkilenmiştim.
Anadolu uygarlıklarında dansların esin kaynağı olan müzik aletlerini,bize kalan tarihi eserlerde arayışım devam ederken,Frigya heykel sanatının en güzel örneği olan Kybele Heykeli ile karşılaştım: Çorum Boğazköy’deki Tanrıça ve iki yanında müzik aleti çalan ufak tefek iki erkek... Sümerlerden önceki bir kült olan Kybele kadar ad çeşidi fazla olan tanrıya pek rastlayamasam da Anadolu insanının bu tanrıçayı, kızlarına verdikleri ‘Sibel’ isminde yeşertiyor olması; Makedonyalı Büyük (III.) Aleksandros’un adını ‘İskender’ yapıp oğullarında yaşatması kadar duygulandırmıştır beni.
Ad çeşitliliği demişken,Mezopotamya dinlerinden günümüze kadar Kybele’ye isim vermeler telaffuz biçimi farklılaşarak devam etmiş: Yahudiler Kabal-la; Araplar Kıb-el-la ve Kıb-el-lah olarak değiştirip tanrıları arasına çoktan katıvermişler onu.Sonraları, Mezopotamya’nın ana tanrıçası Kybele’ye siyah bir göktaşının koruyuculuğu eşliğinde Roma’da karşılaşmam ve Hacerü’l-esved ile bağlantısını kurmam ise; Prof.Dr.Çiğdem Dürüşken’in 2001 yılında Sanat Yayınlarından çıkan ‘’Roma’nın Gizem Dinleri’’ adlı kitabıyla olmuştu...
Başıboş saatlerin yaman dakikaları...Dışarıda soğuk bir yağmur var.Yazdıkça yazmak, konudan konuya atlamak istiyorum.Geç saatlerde başıma üşüşen düşüncelerle, yaşarken olduğu gibi yazarken de plan yapmayan ben,gece notlarıma şöyle bir göz atıp, kalbime damlayacak olan ilk çağrışıma, mutlu bir fibula cümleyle fiyonk atmak istiyorum.
Ben kısık radyo sesini kolayca bastıran yağmuru dinleye dinleye yazdıklarımı okurken:
‘’Kybele’yi ‘Sibel’ yapan Anadolu, III.Aleksandros’u yaşatmak için beni seçtiyse söyleyeyim: Ben o kadar büyük değilim!..’’ diyerek odaya giriyor Küçük İskender…Şimşek sesinden önce,camlara aydınlık yollayan yağmuru fark edip,aynı anda pencereye bakıyoruz. Cama ipil ipil yağan o yağmura doğru yaklaşıyor Küçük İskender:
Anladık,diyor…
anladık, uzakta bir parıltı var
ve lirler de kırık
hüzün ve ölüm eşittir hırs oluyor orada
metrelerce geceye sarkıtılıyoruz
eski birer iki ölü gibi
…
ve devam ediyor hayat
en lazım yerinden hızla incelmeye…
Ölümü de kusacak diye,konuyu değiştirerek odadaki yılgın havayı bozmak istedim:
‘’Vasiyetini dinleyip dansa gitmedik…
yaşam denilen ağır bir romanda
hep sevgili aradık
küçük harflerle kendimize…
sen öldüysen yani ela bir günde
şair öldü şiir değil…
susarcasına da eğlense şimdi duygular
bu suskunluğumuzun temsili bir anlamı var…
sen öldüysen yani ela bir günde
şair öldü şiir değil...’’dedim.
Karpuzun mandalinaya savaşı gibi yağan bu soğuk bahar yağmurunu seyrederek,beni dinledi.
‘’Her şeye rağmen yağmurlara bulanmış güzel bir yazdı, derken; yazın öleceğinizi de yazmıştınız bize besbelli,gözyaşı yerine ‘yağmur’ demenizden bildik...’’ dedim,hüznü dağıtmak istercesine…
Odama kapıdan gelip pencereden süzülerek giden şair, Kybele’nin yanındaki küçük çalgıcılara, yürek kemiğiyle lades tutuşan iki çocuğa benzetircesine baktı.
Çağdaş Türk şiirinin mahlası ‘küçük’, kendisi ‘büyük’ şairi giderken, ben yazmayı bırakıp ayağa kalktım…Yaklaştım,yaklaştım, gözlerine baktım: Küçük İskender,büyük ağlıyordu…
Zeugma'nın Gölgesinde Ölçüler ve Öyküler / vahide uğur
0 Yorum