Şiirlerim

Zeugma’nın Gölgesinde Ölçüler ve Öyküler -9 / vahide uğur


PAZARTESİ YAZILARI

9-VARŞOVA RADYOSU

Evimizin vitrininde, televizyonun hemen altındaki rafta, yastık kadar yer kaplayan bir radyomuz vardı. Üzerinde komşu ülkelerin başlıca kent adlarının da yazılı olduğu frekansları,ceviz büyüklüğündeki bir düğmeyi döndürerek gezerdim. Beğendiğim bir şarkıya denk gelince kulağımı dayayıp çağrışımlara odaklanır, şarkı bitince yassı radyonun üzerinde yazan kentleri dolaşmaya devam ederdim. İbre, güneydeki komşu kentlerin üzerindeyse; konuşmalar kısa,şarkılar acılı ve uzun olurdu.Arap radyolarında bir de Ümmü Gülsüm söylemeye başladıysa o şarkının yarım saat sürdüğü bile olurdu.

Batıdaki komşu kentlerde ise durum genellikle bunun tersiydi. Balkanlardan başlayarak batı yönünde ilerlerken Varşova yazan yerde durur, Alman ordularının Polonya’ya girmesiyle(20 Eylül 1939)yayınlanan son mesajı düşünürdüm.Dolan gözlerimi kapatıp ölenleri anarken de kalbimde hep Chopin’in ölüm marşı çalardı. Mezarı Fransa’da, kalbi Varşova’da; kırk yıl ömür dolduramayan Chopin için, ellerimin tersiyle gözlerimden bir damla da yaş silerdim...

Batı müziğinden makamsal anlamda uzaklaştığım da olurdu.Bağlamanın derinliğine şeker katılmış olmalı, diye düşündüğüm buzuki sesiyle neşeli insanların dans ettiği duygusuna kapılmışsam, Atina radyosunda olduğumu anlardım...

Zengin enstrümanlı müzik eşliğinde, hep bir ağızdan söylenen halk şarkılarına gelince Bükreş radyo istasyonundayız, derdim. O vakit; halkının açlığına aldırış etmeden, kendine yaptırdığı şatafatlı sarayından kaçarken yakalanıp bir duvarın önünde, eşiyle birlikte kurşuna dizilen Nikolay Çavuşesku(Nicolae Ceausescu)’yu düşünürdüm.

Sofya radyosundaki yıkanmış sesleriyle Karadeniz gibi dalga dalga yükselip inen şarkılardan, kadınlar korosunu dinlerdim.İbre Viyana üzerindeyken, tıka basa dolu bir belediye otobüsünde en çok erkeklerden oluşan koro; hangi durakta,ne zaman ineceğini aynı anda söylermişçesine şarkı niyetine bağırırdı. Adını ormanlarla andığımız soğuk ve beyaz bir kentten Sırpça kilise şarkıları yükseliyorsa Belgrad radyosunda olduğumu bilir; Osmanlı’nın kuşatamadığı bir kentte, Zagreb’de ise gönülleri kuşatan marş tadında şarkılar dinlerdim...

Sosyal medyada en fazla romantizmi yapılan onluklardan birisi olan ‘’doksanlar’’ ve benim radyodan müzik dinleme tutkum devam ederken; radyonun üzerindeki kentler,kentlerin bulunduğu ülkeler,ülkelerin bulunduğu kıtalar,kıtalarda yaşanan iklimler, iklimlerde yaşanan bozulmalar…Her şey büyük bir hızla değişiyordu. Şu an entelektüel,kültürel,sanatsal,müzikal anlamdaki çöküntünün temelleri 12 Eylül’ün üzerine inşa edilen ‘’doksanlarla’’ topluma bir bir yerleşiyordu: Karanlığa teslim edilişimizi yazan aydın ve gazeteciler suikaste uğruyor,faili meçhuller artıyor,terör palazlanıyor,şehit sayısı çoğalıyor, gericilik ve yobazlık yayılıyor, yerli milli üretim duraklatılıyor,dışa bağımlılık artıyor,enflasyon yükseliyordu...Timur Selçuk hocamızın da dediği gibi Türkiye’de 1938’de sönen ışıktan sonra karanlık bize hızla yaklaşıyordu.

Tek kişilik yastık büyüklüğündeki radyomuzun üzerinde yazan metropollerden İstanbul’un istihdam alanı ve olanaklarına çok inanan Anadolu insanı için kırdan kente göç dalgası,1960’larda başlamıştı.Yetmişli,seksenli,doksanlı yıllarda giderek artan göçler,kentin kültürel kimliğini ve müziğini başkalaştırmıştı.Türk sinemasında çok beğenerek izlediğim Muhsin Bey filmindeki başkarakterin deyimiyle, İstanbul artık kebap kokuyordu…Yavuz Turgul’un 1987 yapımı bu filmini ben, bilinçli bir şekilde ancak 1993’te fırsat bulup izleyebilmiştim.

Temmuz,1993....Duvar takviminden temmuz ayına ait ilk yaprağı koparıp okudum.Karşılaştığım ‘’kabotaj’’kelimesinin anlamını tam öğrenmek için vitrinin sağında dizili Meydan Larousse ve solunda dizili Ana Britannica ansiklopedilerinin ‘’K’’harfinden, tarih defterime bazı notlar çıkardım:1 Temmuz 1926’da TBMM tarafından kabul edilip yürürlüğe giren Kabotaj Yasasını ve 1935’ten itibaren Kabotaj Bayramı olarak kutlanılışını not almıştım. Aynı günün akşamıydı,Yavuz Turgul’un Muhsin Bey filmini izlemiş filmle ilgili duygu düşüncelerimi de günlüğüme yazıp geç saatlerde yatmıştım.O gece dudaklarımı uçuklatan bir kabus gördüm: Muhsin Bey filminin çekildiği apartman,içinde yaşayanlarla birlikte cayır cayır yanıyordu. Yüzü görünmeyen siyah giyimli yüzlerce insan, bu yangına su dökmek yerine odun atıyordu. Kabotaj Kanununa göre topraklarının ucu bucağı su ve deniz olan bir ulusun bu yangını söndürmesine, karanlıkta gittikçe büyüyen bu kalabalıklar bir türlü izin vermiyordu!..

Ertesi gece günlüğüme, gördüğüm karabasanların en markasını ağlayarak yazmıştım: 2 Temmuz 1993 Madımak…

Masamda tarçın kokulu bir çift mum badem gibi düzgün yanarken,bilgisayarımın fon müziğinde Marlene Dietrich, aylardır süren Rusya-Ukrayna savaşına ‘’dur’’ dercesine  ‘’Lili Marlen’’i söylüyordu…

 Çiçeklerin yanında Muhsin Bey’i gördüm kendi kendine konuşuyordu:

''Çiçekler ölmüş. Hepsi. Eskiden bir yer ayarlardın, güneşi iyiyse yerini de sevdiyse ne biçim açardı. Şimdi güneş aynı, ışık aynı, yer aynı. Suni gübre istiyorlar, 1-2 gram potas koyunca bir coşuyor namussuzlar ama sonra. Ölüyorlar…“

Kapı açıldı,kucağında kitaplarla içeriye, ilkokulda Türkçe derslerindeki okuma parçalarından tanıdığım Sevgili Asım Bezirci girdi.’’Madımak’ta beni yakanlar, çocukken bu kitapları okumamışlardı’’dedi.Dili dimağı susuzluktan kurumuş,biraz da korkmuş haldeydi,elindeki kitaplar adeta odayı aydınlatıyordu.

Uğur Mumcu çıkageldi: ''Her dönemde karanlıkları aydınlatan bir ışık olacaktır'' dedi.

Attila İlhan gelmedi ama şiirini sesiyle yolladı odama:

‘’…akşam olur mektuplar hasretlik söyler

Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü’’

                                             Zeugma’nın Gölgesinde Ölçüler ve Öyküler / vahide uğur

 

 

 

 

 

0 Yorum


Yorum Bırak

Eposta adresiniz yayınlanmayacaktır. Lütfen zorunlu alanları doldurunuz. *

*