Şiirlerim

Zeugma’nın Gölgesinde Ölçüler ve Öyküler - 12 / vahide uğur


Karşı kıta görünmez olup da İspanya limanının ışıkları belirdiğinde, kulağımı kağıt kesiği gibi sızlatan temiz bir rüzgar esti. O an, üşüyen kulaklarımı ellerimle kapattım. Endülüslü Çoban Santiago’ yu hatırladım. Ve kitapların Bedia. Evet, kitapların dünyanın her yerinde insana rehberlik eden o büyülü diline inandım...

 ‘’ İyi ki geldim buralara Bedia… Kalbimde, bilmediğim bu yerlerin hasreti hep varmış meğer. Odamın arka penceresinden Merakeş’in enginlerde kalan semtlerinin rüzgar estikçe yanıp sönen masal ormanı ışıklarını nasıl unutacağımı bilmiyorum artık. Ah, bu yazmak Bedia! Bu yazmak, hayatım boyunca aynı anda birkaç yerdeymişim gibi hissettiriyor bana…’’

 

 

 AS TIME GOES BY 

                                                                     

Cehâletin masûmiyetle çokça karıştırıldığı bu kıtaya geldiğim ilk günden beri, Humprey Bogard ve İngrid Bergman’ın ‘’Casablanca’’ filmini düşünüyordum. Eskiden  beri, aklıma gelen her düşüncemin bir de müziği çalardı kalbimin radyosunda. Yine öyle oldu. Aşkların büyüsünün kaçtığı, sırların boyasının aktığı bu yüzyılda, severek ayrılmanın siyah beyaz filmi Casablanca’yı  düşünürken; As Time Goes By (Zaman Geçtikçe) şarkısı çalınıyordu içimde…

 

Fas’la alakalı ilk bilgilerimi, doksanlarda (oturma odamızın vitrinine sağlı sollu dizilmiş) Ana Britaannica ve Meydan Larousse ansiklopedilerinden edinmiştim. Seneler sonra, Fas gezisine ilişkin iklim ve yol bilgilerine tekrar bakmak için çalışma masama oturdum. Tarçın kokulu mumlarımı yaktım. Masamın üzerine de doksanlarda yazdığım günlükleri dizdim. O yıllarda, televizyondaki sinema filmleri ve belgesellerden biriken izlenimlerimi defterime (cirmimce kuşkusuz) sayfalarca  aktarmıştım. Onları bulup çıkardım. Kararımı vermiştim. Yolculuğum sonrası deneme ve öykülerimi, Bedia’nın bana geçmişten yolladığı bu imgelerin ışığında yazacaktım. Hatta Bedia’ya şimdiki zamandan mektuplar yollayacak; onunla (an’dan, anı ’ya ; anı’dan, an’a) daima haberleşecektim.

...

 

‘’ İlahi Bedia! Homo Erectus’un ateşi bulduktan sonra terk ettiği babaevi, demişsin Afrika için; en çok bundan etkilendim. Acaba, yeni buz çağı başlarsa bu kıtanın bahtı açılır mı? demişsin; neden olmasın! Sonra Afrika’yı ; dünyanın (oyula oyula) kanal tedavisi gören azı dişine benzetmen de gülümsetti. Gelelim gördüğün rüyalara; onları gördükçe yazmış olman (kırk yıl sonra) yoluma ışık oluyor, bilesin. Emperyalist ülkelerin, Afrika’daki Klimanjaro dağını, doğum günü pastası gibi paylaştığını gördüğün o kabuslardansonra dudakların uçuklamış; nane yağı sürseydin, iyi gelirdi. Neyse. Geçmiş olsun Bedia. Söz veriyorum; fırsat buldukça yazacağım sana…’’

...

Atlantiğin kenarında bir Orta Doğu ülkesi olarak gördüğüm Fas’ın kilit taşı dehliz ve çarşılarında, Berberi rehberimiz Nassiri  ve İspanyol rehberimiz Lucia’nın peşinden, yol arkadaşlarımla birlikte, uzun uzun dolaştım…

Önünden fesli, şalvarlı, izmarit benizli adamların geçip gittiği; içinde nargilelerin içildiği tabureli çarşı dükkanlarını seyrederek yürüyordum.


İlk defa geldiğim ülkelerin hâkim renklerini de aklıma ve yazılarıma not etme huyum vardı benim. Bu yüzden Tanca limanından Kazablanka’ya gelene kadar renkleri gözlemledim. İşte, bu otantik çarşıda ‘iç sesim’ kesin kararını vermişti! Fas’ın baskın rengi, turuncunun tonları ve biraz da soytarı yeşili olmuştu...

 

Nargile, nem, odun ve deve derisi kokan eski çarşıdan; İkinci Hasan Camii’ne kadar yürümüş, Fas Kralı Altıncı Muhammed’in sarayının önünden geçerek, II.DünyaSavaşı’nın hır gürü içinde (1942) çekilen film mekanına nihayet kavuşmuştuk... 

 

Casablanca filminin çekildiği orijinal ortam çoktan yıkıldığından, şehrin büyük otellerinden birinin zemin katına inşâ edilen (sözde) Ricky’nin Barı’na; Akdeniz usulü villaların önünden yürüye yürüye gelmiştik.

 

Oturduğum bar koltuğundan dakikalarca etrafımı gözlemlerken, iç sesimden sinyal alamıyordum. Kalbimdeki radyo artık çekmiyordu. Çünkü bu barda, piyano eşliğinde sürekli ‘’As Time Goes By’’ şarkısı çalıyor; duvara yansıtılan film sahnelerindeyse, trençkotu moda yapan H. Bogard ve ışıltılı gözleriyle ona bakan İ. Bergman, bir görünüp bir kayboluyordu…

 

Yağmur altında mürekkebi akan mektubun okunduğu o romantik film sahnesinin ardından, bar içerisinde nemli gözlerle fotoğraflar çekip notlar aldıktan sonra, ilerde kaleme alacağım anılar için kalbimin ilhâma doyduğunu hissederek Ricky’nin Barı’ndan ayrılmıştım.

...

Karayoluyla Merakeş’e gelirken yolculuğun yorduğu ruhumu, otobüsün geçtiği yollarda gördüğüm ağaçlara bakarak dinlendiriyordum ki, bir Kızılderili geleneğini anımsayarak gülümsedim. Kızılderililer fazla yol aldıkları zaman hemen bir ağaç bulup altına oturur. beklerlermiş. Onlara neyi beklediklerini soranlara; '' Bedenimiz hızlanınca ruhumuz geride kaldı, ruhlarımızı bekliyoruz'' derlermiş.

 

Yıllar önce, Akçadağ at çiftliğindeki yaşlı ceviz ağacının altında; ‘ruh yorgunluğu’  üzerine yazdığım bir denememde, atlarla Kızılderilileri bu yüzden yan yana getirmiştim demek !Atlar, yorulduklarını anlayamadıkları için koşarken çatlayarak ölebiliyormuş, düşüncesiyle ulu ağacın altında, bir Kızılderili gibi oturup geride kalan ruhumu beklemiştim. Fedakarlığımın sınırlarını çizdiğim o günleri hatırlarken, ‘’Hey gidi lise yıllarım, hey!..’’ diye ünledi iç sesim…

 

Marakeş yolculuğunda tüm bu düşünceler içindeki başımı, at nalı şeklindeki boyun yastığıma gömüp sıska bir uykuya sığındım. Rüyâmda, elimdeki kalem çakıyla, ağaç dallarından kargacık burgacık kelimeler yontup edebiyat ormanına fırlatıyordum. O kelimeler, el ele tutuşup cümle oluyorlardı sonra! Ben, imge atıma binip cümlelerimin peşinden koşturacakken; bu ormanın vahşi türleri, etrafımı sarıyordu!..Birden, edebiyat ormanının kralı olan deneme; derin derin kükredi! Bunu duyan tüm serbest şiirler serçe olup uçuşurken; kasideler kartal, gazeller şahindi! Öyküler, üç maymun olup ağaçlara çabucak tırmandılar! Romanlar, yükü ağır bir deve sürüsü olup Cervantes’in ekmek kırıntıları attığı yoldan geçip gittiler. Tekerlemeli masallar, çıngıraklı yılan olup yerin altına doğru süzülürken; her cümlemin sonuna, noktanın çekirdek ailesi olarak benimsediğim ‘üç noktayı’; gökten düşen ‘üç elma’ misali kondurup uyandım!..

 

Mayasız bir uykunun milföy kabusuyla, korku içinde kalmıştım ve at nalı şeklindeki boyun yastığım terden sırılsıklam olmuştu…Kendimi ve sırt çantamı toplayıp otobüsten ağır ağır inerken; ‘’Ah hayat,’’ dedi iç sesim, ‘’bizim yorumladığımız şekliyle yaşanan bir rüyâ değil miydin sen zâten?..’’

 

Bilinçaltının gerçek patronunun ilkel beynimiz olduğunu bir kez daha hatırlatan bu rüyâyla ne kadar yorulmuş ve susamış olduğumu fark ettiğimde; gün bitmeden görmemiz gereken Jemaa El Fna meydanına çoktan gelmiştik. Eskiden infazların yapıldığı bu alanın halk arasındaki adının ‘kıyamet meydanı’ olduğunu da cehennem sıcağında, rehberimiz Nassiri’nin peşinde yürürken öğrenmiştik. 

 

Elimdeki taze sıkılmış soğuk meyve suyumla panayırda yürürken, yerli halkın yüzüne gözüne bakarak kendimce izlekler biriktiriyordum. Genellikle genç olan Marakeş esnafının içinde, olgunlaşmadan çürümüş çocuk bakışlarıyla taburesinde oturan tek tük ihtiyara da denk geliyordum. Derken; yılan oynatanlar, maymun hoplatanlar, elimize zorla kına yakmak isteyen Berberî kadınlar, büyücüler, dilenciler, falcılar; davul, kaval, tef, zil ve zurna sesleri...

 

Akşama doğru, Fas turuncusuna bürünen güneş; Atlas dağlarının üzerinden kum çöllerine ılık esintiler yollarken, Jemaa El fna meydanından fayton turuyla ayrılıyorduk.

 

...

 

Yorulmuştuk. Sâde ben değil, herkes yorulmuştu. Tanca’dan trenle  Kazablanka’ya, oradan da kara yoluyla Marakeş’e gelmiştik. Yolculuklar sırasındaki atıştırmalık gevrek uykularımız hâricinde, hiç birimizin dinlendiği söylenemezdi. Faslı rehberimiz Nassiri ve İspanyol rehberimiz Lucia’dan, soluklanıp uyuyacağımız gecenin önünde durduğumuz bu otelde geçirileceğini işitince, rahatlamıştık...

 

Ben, dinlenme düşüncesinin tatlı huzuruyla, önceden sırt çantama (gece gündüz arasındaki sıcaklık farkını hesaba katarak) yerleştirdiğim uzun kollu keten hırkamı bulup giymeye uğraşırken; Nassiri de otel çalışanlarıyla Arapça ve Berberîce dirhem aritmetiği yapıyordu. Rehberimizle otel yetkilisi arasında ikilem yaşanmayan uzun bir diyaloğun ardından; turuncular giymiş, benzi soluk, yüzü güleç bir komiyi takip ederek otele giriyorduk...

 

Önden bakılınca, çok katlı gözükmeyen otelin iki kanatlı büyük ahşap kapısından içeriye yöneldik. Önümüzde yürüyen otel çalışanını takip ederek spiral bir merdivenden döne döne; ortasında havuz bulunan derin, geniş ve kemerli bir avluya vardık. İçindeki ağaçların büyüklüğünden ve havuz taşlarındaki sırlı çini işlemelerden, tarihi bir otele âit olduğu hemen anlaşılan bu eski avlunun yere yakın sedirlerine, bağdaş kurup oturduk…

 

Cehennem gibi sıcak ve uzun gün boyunca, yorgunluktan midemiz bulanana kadar dolaştıktan sonra; dinlenmek için geldiğimiz bu otel avlusu, benim cennetim oluvermişti doğrusu...

 

 

Üç gündür gördüğüm limanlar, saraylar, camiler, çarşılar, pazarlar, Jemaa el-Fnaa meydanı…Hepsini ama hepsini Berberîcede ‘’Tanrının Ülkesi’’ anlamına gelen Marakeş’teki bu otelin eski avlusunda unutuyor gibiydim…

 

Yemekten önce ikrâm edilen şekersiz nane çayımı yudumlarken, avlunun büyülü ortamındaki onlarca ayrıntıya dalıp gittim. Hatta öyle daldım ki, beni beyaz evler şehrine çağıran Casablanca filminin çekildiği sözde  Ricky’nin Barı’nı bile, unutmuştum. Ne vakit dinlenmek için duraklasam, içimdeki çocuğun (Bedia’nın) posta kutusuna olup bitenleri özetleyen notlar yollamayı da ihmâl etmiyordum elbette:

 

‘’Sevgili Bedia,

Gezip gördüğüm yerlerde meraklı ve güler yüzlü yerlilerin reddedemeyeceğim bir samimiyetle işaret ettiği yere oturup etrâfı izlemeye doyamıyorum. Birbirleriyle tanışıklıklarını pekiştiren üçlü öpücük kondurup el sıkışmalarını seyretmeye de alıştım artık. Sıradan bir dükkânın önünden geçerken bile misafirperverliği hemen fark edilen Faslıların, cana yakın tavırlarla önüme getirdiği bir fincan çay yahut kahve ikramları; bana daha önce yaşadığım bütün hayal kırıklıklarını unutturacak cinsten. Onların giysilerini andıran uzun kollu gevşek bluzum ve geniş pantolon eteğime rağmen, pazar yerlerinden her geçişimde kendilerinden olmadığımı anlayan gülümser bakışlar atıyorlar yüzüme…’

Güveç benzeri konik kapta dumanı tüterek gelen tavuk yahniyi, Fas ekmeği, kuskus ve mezeler eşliğinde yiyerek karnımı bir güzel doyurmuştum. Akşam yemeğinden sonra, kaab el ghazal (ceylan boynuzu) adı verilen ay şeklindeki portakallı kurabiye tabağımı, gece yarısı bir şeyler yazarken atıştırmak üzere yanıma aldım. Avluda, uzun süre oturacağını bildiğim yol arkadaşlarımdan müsaade isteyerek odama yöneldim.

 

Bahçe kemerinin en sonundaki pirinç işlemeli ve tokmaklı eski meşe kapıdan, geceyi geçireceğim yüksek tavanlı odaya yorgun girmiştim. Bir at arabasının sığabileceği kadar geniş bir alana yerleştirilmiş yatağa oturup etrafımı seyrettim. Birisi, az evvel oturduğumuz avluya bakan; öbürü, Merakeş’in enginlerdeki surlu taraça semtlerini tepeden gören iki pencereli bir odaydı benimkisi...Odadaki eşyaların derli toplu duruşu, odunumsu kokusu ve mistik dokusu, hamam keyfimden sonra yazacaklarıma, esin kaynağım olmuştu bile…

 

Gösterişli ahşap kaplama pencere kenarlarına, fuşya zemin üzerine kor lâle işlemeli kadife perdelere, duvardaki yüklük ve nişlerde duran vazo, kâse ve şamdanlara; tüllerle bezenmiş karyola direklerinden sonra gittikçe derinleşen tavan işlemelerine uzun uzun baktım. Ardından sırt çantamı ve eşyalarımı, otel odasındaki bu dört direkli karyolanın üzerine bırakıp hamama yöneldim.

 

...

 

Çerçevesine tam oturmamış şeftali çekirdeği desenli ahşap hamam kapısını, topuzundan tutup iter itmez, eşik duvarındaki aynanın önüne tuğla gibi dizilmiş gardenya beyazı sabunların huzur veren (argan) kokusuyla, durakladım. Duvarın üzerindeki bakır tası, sedef işlemeli tahta tarağı, peştamalı ve katlanmış beyaz havluyu kucağıma alıp yılgın bir heyecanla eşikten yürüdüm. 

 

Tunç detaylı ahşap kemerli dar koridordan, her şeyin alabildiğine kuru ve düzenli olduğu eski hamama geçtim. Yerde duran abanoz karası ahşap takunyaları ayağıma geçirdim. Mermer kurnaya uzanan burgulu bakır muslukları taşıra taşıra açtım. Sonra, taş tabureye oturup yorgunluğumu akıta akıta, çocuklar gibi yıkandım...

 

Arınmanın en eski seremonisi olan ‘yıkanma’ eyleminin yorgunluğuma iyi gelen tarafıyla; direkleri tavana kadar uzanan karyolama oturup, keselenmiş bir zihinle yazmaya koyuldum. 

 

Bu eski otele geldiğim andaki huzurlu izlenimlerimi, akşam yemeğimi ve gece acıkırım diye odama getirdiğim ay şeklindeki pudra şekerli kurabiyelerimi defterime betimleyerek aktaracaktım ki; iç sesim, ’yıkanmak’ konusunda bir şeyler yazarak başlamamı fısıldadı...

 

Hep böyle olurdu zâten. Eskiden beri günümü özetlemek için defteri elime alır, bambaşka şeyler yazarken bulurdum kendimi. İşte, tam o anlarda konu konuyu açar; konuşurken aklıma gelmeyen düşüncelerim, yazarken bir nehir gibi kalemimden akar giderdi. 

 

Oksijeni bol, tenha bir yaylada koşmuş gibi ferahlatan hamam keyfi, Oğuzların eski geleneklerini anımsatmıştı bana. Asya kökenli (insan tenini hor gören) o eski felsefelerin çoğunda; yıkanmak, düpedüz suyu kirletmekti oysa...

 

 

İnsana, uzun gündüzler boyunca kendisini devâsa bir fırının içindeymiş gibi hissettiren bu çöl sıcaklarının ardından, defterime otel avlusunu betimleyip Merakeş’e tepeden bakan penceremden ışıkları izleyecektim ki; tarihî kentin derinlerinden esen ayazımsı rüzgâr, yazmaya karşı bütün dikkatimi seyreltti…

 

Yıkanmış tenime nefes aldıran bu yele karşı, üşümekle büyülenmek arası bir duyguyla irkildim. Elimdeki her şeyi usulca yatağa bırakıp kalktım; huzurlu serinliğin geldiği açık pencereye sökenip surlarla çevrili bu eski şehri doyasıya seyrettim...

 

‘’ İyi ki geldim buralara Bedia… Kalbimde, bilmediğim bu yerlerin hasreti hep varmış meğer. Odamın arka penceresinden Merakeş’in enginlerde kalan semtlerinin rüzgar estikçe yanıp sönen masal ormanı ışıklarını nasıl unutacağımı bilmiyorum artık. Ah, bu yazmak Bedia! Bu yazmak, hayatım boyunca aynı anda birkaç yerdeymişim gibi hissettiriyor bana…’’

AS TIME GOES BY romanından alıntıdır / vahide uğur

 

0 Yorum


Yorum Bırak

Eposta adresiniz yayınlanmayacaktır. Lütfen zorunlu alanları doldurunuz. *

*